Siyaset Reformu
08.01.2022 - 21:10

Metin Güleç

Metin Güleç

Ülkemizde son yıllarda savunma sanayiinden enerjiye, inşaattan sağlığa kadar pek çok sektörde büyük ilerlemeler kaydedildi. Yerli SİHA’lar, yollar, köprüler, barajlar, üniversiteler yapıldı ve daha pek çok proje hayata geçirildi. Ancak reform niteliğinde yeniliklere imza atılmasına rağmen ekonomide bir türlü istenen seviyeye ulaşılamadı. Ekonominin gerileme trendine girmesiyle Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı sisteminin başarısı tartışılmaya başlandı. Cumhurbaşkanlığı sistemini eleştirenler de yeni bir siyasi sistem arayışı içerisine girdi. Siyasetin dışında kalan toplumun diğer kesimlerinde siyaset reformuna duyulan ihtiyaç, geçmişte bazı dönemlerde olduğu gibi bugün de kendisini hissettirmeye başladı. Yalnız bu reformun nasıl gerçekleşeceği konusunda henüz bir kamuoyu oluşmadı.

 

  1. Türkiye’de Sistem Tartışmaları

Sistemi tartışanlar genelde iki ayrı düşüncede toplanıyorlar. Bir tarafta mevcut Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin gayet başarılı olduğunu, sadece sistemin kireçlenen bazı yerleri için birtakım düzenlemelere ihtiyaç olduğunu savunanlar, diğer tarafta ise cumhurbaşkanlığı sistemini bir an evvel terk edip güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçmek isteyenler yer alıyor. Bu iki düşünceyi savunanların dışında sesi pek de duyulmayan üçüncü bir kesim var. Bu kesim ise sistem değişikliği yerine Siyasi Partiler Kanununda (SPK) yapılacak değişiklikle büyük çaplı bir siyaset reformunun gerçekleştirilmesini savunuyor. Bu yazıda SPK değişikliği ile siyaset reformunun nasıl yapılabileceği konusunu anlatmak istiyoruz.

İster parlamenter sistem, isterse Başkanlık sistemi olsun, demokratik bir sistem kurmanın yolu “parti içi demokrasiden” geçmektedir. Parti içi demokrasi de “parti içi seçimler”in kanuni bir zorunluluk haline getirilmesiyle mümkündür. Siyasi Partiler Kanununun, parti içinde seçim yapıp yapmama konusunda siyasi partilere serbestlik tanıması, ülkemizde parti içi demokrasinin uygulanmasının önündeki tek engel haline gelmiştir. Demokrasinin siyasi partilerden başlayarak, ülkenin tüm kurumlarına yayılabilmesi için Siyasi Partiler Kanununun değiştirilmesi ve parti içi seçimlerin zorunlu hale getirilmesi gerekmektedir. Vatandaşlarımızın büyük bir kısmının Siyasi Partiler Kanununun önemi konusunda herhangi bir fikre sahip olmaması ve değiştirilmesiyle ilgili bir talepte bulunmaması nedeniyle, siyasetçiler tarafından gündeme de getirilmemektedir. Bu yazının amacı, herhangi bir siyasi partiyi olumlu veya olumsuz yönde eleştirmek değil, Siyasi Partiler Kanununun eksik yönleri hakkında vatandaşlarımızda farkındalık yaratmaktır.

 

  1. Cumhurbaşkanlığı Sistemine Geçiş

Bilindiği üzere, ülkemizde 2017 yılında büyük bir sistem değişikliği yaşandı. Parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçildi. Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin Batı’da başarılı örneklerini gördüğümüz başkanlık sistemi gibi bir sistem olabilmesi için Siyasi Partiler Kanununda köklü bir değişiklik yapılması gerekiyordu, ancak gerekli değişiklik yapılmadı. Siyasi Partiler Kanunu mevcut haliyle bırakılınca da ortaya Türk tipi bir başkanlık sistemi çıkmış oldu. Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçilmesindeki amaç, geçmişte özellikle de koalisyon dönemlerinde yaşanan sistemsel sorunların ortadan kaldırılmasıydı. Sistem sorunlarını çözmüş bir ülke olarak her alanda gelişme sürecine girilmesi hedeflerken, ekonomik sorunlar daha artmaya başladı.

Demokratik bir sisteme sahip olarak ülke sorunlarının çözülebilmesi için Siyasi Partiler Kanunda ne gibi değişikliklerin yapılması gerektiği konusuna girmeden önce, ülkemizde parlamenter ve başkanlık sistemlerinin başarılı olmasının önündeki engelleri ortaya koymak gerekiyor. Bu sayede, ister başkanlık sistemine sahip olalım, isterse parlamenter sisteme, parti içi demokrasinin işlerlik kazanmasından sonra ülkemizde olumlu yönde ne gibi gelişmelerin yaşanacağını, ekonomiden teröre, eğitimden terör sorununa kadar pek çok sorununun nasıl kendiliğinden çözüme kavuşacağı da daha anlaşılır hale gelecektir.

 

  1. Siyasette Denetim

Dünyada başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter sistem gibi sorunsuz çalışan demokratik sistemlere sahip pek çok ülke bulunmaktadır. Ülkemizle kıyaslandığında bu ülkeler ekonomik krizlerle, darbelerle veya terörle ya bizden daha az mücadele etmekte ya da bu sorunlarla hiç karşılaşmamaktadır. Bunun nedeni ise demokratik yönetim sistemlerine sahip bu ülkelerce benimsenen başkanlık, yarı başkanlık ya da parlamenter sistemlerin sorunsuz çalışabilmesi için siyasetin içerisine sıkı bir denetim mekanizması yerleştirmiş olmalarıdır. Bu mekanizmayla siyasi partiler kendi siyasetçilerini sıkı bir denetime tabi tutmaktadır. Ülkemizde bu denetim, parti liderleri, muhalefet ya da halk seçimleriyle yapılmaktayken, gelişmiş batı ülkelerinde siyasetçilerin denetimi, partilerin kendi tabanları ve parti içi seçimlerle yapılmaktadır. Benimsemiş oldukları demokratik yönetim sistemlerinin sorunsuz bir şekilde işlemesinin temeli de burada yatmaktadır. Parti içi demokrasi sayesinde siyasetçilerin parti tabanı tarafından sıkı bir şekilde denetlenmesi, aynı zamanda bürokrasinin de denetlenmesi anlamına gelmektedir. Bürokratik denetim, toplum yaşamının kalitesini doğrudan etkileyen bir faktördür. İstenen verimi veremeyen veya şaibeye karışan siyasetçilerin, parti içi seçimlerle saf dışı bırakılması ve yerlerine yeni siyasetçilerin getirilmesi, demokratik düzenin kesintisiz bir şekilde işlemesi için son derece önemlidir. Bir ülkede demokratik işleyişin devamlılığının sağlanması, ülke sorunlarının çözümünü de hızlandırmaktadır.

Demokratik sistemlerle yönetilen ülkelerde toplumun en önemli kurumları siyasi partilerdir. Bu ülkelerde siyasetçilerin şaibeli işlere karışması durumunda, öncelikle parti tabanı tarafından istifa etmeleri istenir, parti tabanının baskısıyla varsa milletvekilliği, bakanlık veya başbakanlık gibi görevlerden el çektirilir. Bizde durum farklıdır, bir siyasetçi herhangi bir şaibeye karıştığında siyasete devam edip etmemesi tamamen parti liderine bağlıdır. Parti lideri bu kişinin siyasete devam etmesini isterse, parti tabanının istifa talepleri dikkate alınmamaktadır.

Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi siyasetçilerin parti lideri yerine parti tabanına hesap verdiği bir sistemin Türkiye’de kurulabilmesi için SPK’da düzenleme yapılması şarttır. Mevcut düzenleme ise parti yöneticilerinin parti tabanına hesap vermesini sağlamak yerine, parti tabanı üzerinde tam hâkimiyet kurmasına imkân tanımaktadır. SPK’ya göre partilerde kimin kimi denetleyeceği konusu, parti yöneticileri tarafından hazırlanacak parti tüzüğüyle belirlenmektedir. Bir başka deyişle, denetlemenin nasıl yapılacağı konusunda parti yöneticileri tamamen özgür bırakılmıştır. Parti liderleri de bu özgürlüğü sonuna kadar kullanmaktadır. Bugüne kadar Meclis’te halkı temsil eden hiçbir siyasi parti lideri, kendisinin parti tabanı tarafından denetlenmesine izin verecek bir düzenlemenin, partisinin tüzüğünde yer almasına müsaade etmemiştir.

 

  1. 1980 Darbesinden Sonra Yapılan Kanuni Düzenlemeler

Türkiye’de parti tabanlarının parti yöneticilerini denetleyeceği denetim mekanizmasının, siyasi partilerde oluşturulmasını zorunlu kılacak olan kanun, SPK’dır. SPK’yı 1983 yılında hazırlayarak yürürlüğe koyan dönemin Askeri Cuntası, siyasi partilerde aşağıdan yukarıya doğru yapılacak bir denetim mekanizmanın kurulmasını istememiştir. 1980’de devlet yönetimine el koyan Askeri Cunta, kendileri tarafından kurulacak çok partili düzende iktidar partileri üzerinde vesayet denetimi kurmayı amaçlamıştı. Cunta lideri Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı seçilmesine de kesin gözüyle bakılıyordu. Diğer taraftan, parti liderlerinin parti tabanından bağımsız hareket edebilmeleri için SPK’da gerekli düzenlemeler yapılmıştı. Bu düzenlemelerle, partilerdeki siyasetçiler tamamen parti liderinin emrine,  parti liderleri de Cumhurbaşkanının emrine girecekti. Buradaki amaç, askeri sistemlerdeki emir-komuta zincirinin siyasetimizde de uygulanmasıydı.

SPK yürürlüğe girdikten sonra kurulan partilerin liderleri, kendi partilerinde sınırsız bir güce sahip oldular. Parti liderleri parti tabanı tarafından hesap sorulamaz bir konuma getirildi. Parti liderlerinin herhangi bir şaibeye karışmalarının ya da halk seçimlerinde oy kaybetmelerinin hesabı da artık parti liderlerine sorulamamaktadır. 1983 sonrası siyasî tarihimizde Turgut Özal’ın vefatı, Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı seçilmesi, Deniz Baykal’ın da kaset skandalına karışması sonrasında parti genel başkanının değişmesinin dışında, başka bir örnek bulunmamaktadır. Günümüzde “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi” sayesinde cumhurbaşkanı seçilen kişilerin, parti genel başkanlığı koltuğunu bırakması zorunluluğu da ortadan kaldırılmıştır.

Partilerde taban tarafından yapılması gereken denetim, Askeri Cunta döneminde yapılan yasal düzenlemelerle parti liderleri tarafından yapılır hale getirilmiştir. Siyaset, adeta emir komuta zinciri içerisinde yapılan bir mesleğe dönüşmüştür. Denetim yetkisinin parti liderine verilmesinin olumsuz sonuçlarından biri de, halk tarafından beğenilmeyen siyasetçilerin halka rağmen uzun yıllar siyaset arenasında kalabilmeleri olmuştur. 1980 öncesi dönemde de durum çok farklı değildi. Çok partili hayata geçtiğimiz 1945’ten 1980’e kadar geçen dönemde iktidarda söz sahibi olanlar, yasal düzenleme yaparak demokratik bir siyaset sistemini ülkeye kazandırmada en ufak bir katkıda bulunmamıştır.

1923’te Cumhuriyeti ilan ederek, bu rejime en erken geçen az sayıda ülkeden biri olma unvanına sahip olduk. Ancak gerekli yasal düzenlemelerle tam anlamıyla demokratik bir sisteme kavuşmamız bugüne kadar mümkün olmadı. Cumhuriyetle yönetilen bir ülkenin yöneticilerinin halk tarafından seçiliyor olması, o ülkenin demokratik bir ülke olduğu anlamına gelmemektedir. Örneğin, yöneticilerin seçimle işbaşına geldiği Suriye’de uygulanan Devlet Başkanlığı sisteminin, Beşşar Esed’in ülkesini diktatörlükle yönetmesine engel olmadığı gibi, Cumhuriyet rejimini benimseyen İran İslam Cumhuriyeti’nde yöneticilerin seçimle işbaşına geliyor olması, İran’ın şeriatla yönetilmesine engel değildir.

1980 döneminde yapılan yasal düzenlemelerle partilerin bütün kontrolünü eline alan parti liderleri, partilerinin tüm organlarını kendileri belirleyebilir hale getirildi. Milletvekillerinin, parti il veya ilçe başkanlarının, belediye başkanlarının veya parti genel başkanlarının “parti içi seçimler” yerine parti genel başkanları tarafından belirlenen kişilerden oluşması sağlandı. Siyasete girecek kişilerde halkın saygısını kazanma, dürüstlük, liyakat, temiz bir sabıka ve vizyon sahibi olma gibi kriterler arka plana itilerek, lidere sonsuz bir sadakatle bağlı olma kriteri en önemli kriter haline geldi. Liderler siyasetçileri belirlerken, bir taraftan sadakat kriterini en önemli kriter olarak kullanırken, diğer taraftan halktan büyük teveccüh gören siyasetçileri de, kendilerine rakip olmaya başladıklarında siyaset sahnesinden hızla tasfiye etmeye başladılar. Partilerinde sınırsız yetkilere sahip olan liderler, görev verecekleri siyasetçileri belirlerken demokrasiyle çelişen pek çok uygulamaya da imza attılar. Mahkemeden aldığı cezanın uygulanmaması için dokunulmazlık zırhına bürünmek isteyen gazeteciler; adı yolsuzluğa karışan bürokratlar veya terör örgütünün sempatizanı olan kişiler, sadece lidere sadakat kriterine sahip olmaları sayesinde milletvekilliği yapabilir hale geldi.

Halkı temsil etmek yerine liderleri vasıtasıyla terör örgütünü veya belirli zümreleri temsil eden bu kişilerin meclisin ziyaretçi kapısından bile içeri alınmaması gerekirken, milletvekilliği yapabilir hale gelmesi, siyasetimiz için içler acısı bir durumdur.

Parti liderleri zaman zaman toplum içinde saygınlığı olan insanları siyasete kazandırsa da, yeri geldiğinde aşiret reislerini, devletten ihale alabilmek için siyaset yapan müteahhitleri, derin devletle ilişkisi olan kişileri, kendi menfaati için çalışan ticaret erbabını, teröre destek veren kişileri, popüler olan ancak ülke yönetiminden anlamayan sporcuları da milletvekili yapabilmektedir.

SPK ile siyasette emir-komuta zinciri kurmak isteyen Kenan Evren, 1983 seçimlerinde merhum Turgut Özal’ın iktidara gelmesiyle, düşündüğü planı istediği gibi gerçekleştiremedi. Turgut Özal’ın Kenan Evren’le dengeli bir ilişki kurmasının yanında, halkın da büyük desteğine sahip olması, Evren’in ikinci bir darbe ile yönetimi Özal’dan geri almasının da önüne geçmiş oldu. Turgut Özal bu sayede iktidarını sürdürmeye devam ederken, SPK’nın verdiği geniş yetkilerle parti tabanına hesap vermeden iktidarını yürüten bir lider konumuna geldi. Turgut Özal’dan sonra iktidarı devralan liderler de SPK’yı değiştirerek, partilerinde sıkı bir denetleme mekanizması kuracak gerekli yasa değişikliğini yapma konusunda istekli davranmadılar. Parti liderleri de dâhil tüm siyasetçilerin parti tabanı önünde hesap vermek zorunda kalacağı böyle bir yasal değişiklik konusunda halktan da bir talep olmayınca, SPK değişikliği hiçbir dönem gündeme getirilmedi.

 

  1. Parti İçi Seçimler

Dünyada gelişmiş demokrasiye sahip ülkelerdeki siyasi partilerde denetleme mekanizması, parti içi seçimlerle oluşturulmaktadır. Bir siyasi partinin toplum yararına çalışması, şeffaf olması ve şaibelerden uzak olması için parti içi seçimlerin kanunla zorunlu hale getirilmesi ve yargı kontrolünde yapılması büyük önem taşımaktadır. Türkiye’de halk seçimlerinin denetimi Yüksek Seçim Kurulu tarafından yapılırken, parti içi seçimlerin aynı şekilde sıkı bir yargı denetimine tabi tutulmaması tam bir çelişkidir.

Siyasi partilerde parti içi seçimler zorunlu hale getirildiğinde, partilerde görev yapacak siyasetçiler de, liderden ziyade toplumun güvenini kazanan ve geniş kitlelerce saygınlığı olan insanlardan oluşmaya başlayacak, aynı zamanda lidere hesap sorabilir hale gelecektir. Saygınlığını yitiren veya şaibeye karışan siyasetçiler, lidere yakın da olsalar siyaset arenasından hızlı bir şekilde uzaklaştırılacaktır. SPK değişikliği ile temiz siyaset egemen hale gelecek, böylece ülkemizde siyaset reformu gerçekleşmiş olacaktır. Siyaset reformu ile ülke daha iyi bir yönetime kavuşacak ve sorunlar daha da hızlı bir şekilde çözülecektir.

 

  1. Parti Tabanının Önem Kazanması

Parti tabanı, partinin en alt tabakasını oluşturan üyelerden oluşur. Demokratik ülkelerde siyasi partilerin kontrolü tamamen parti tabanının elindedir. Parti lideri ve yöneticileri de tamamen parti tabanının isteklerini yerine getiren birer temsilcisi konumundadır. Parti üyelerinin büyük çoğunluğunu, şehir veya kasabalarda kurulan teşkilatların en alt tabakasındaki insanlar oluşturur. Parti tabanının kimlerden oluştuğuna bakıldığında, parti teşkilatının bulunduğu yörenin esnafının, işçisinin, memurunun, ticaret erbabının, sanayicisinin, zanaatkârının, köylüsünün ve çiftçisinin ağırlıkta olduğu görülür. Parti tabanı demek halkın kendisi demektir. Bu ülkelerde partilerin kontrolü tamamen parti tabanında, yani halkın elindedir. Partiler bir bakıma halkın malı haline gelmiştir. Halka ait olan bir partinin liderinin, parti içinde keyfî hareket etmesi, halkın istemediği kararları alması, partinin tek sahibi gibi hareket etmesi mümkün değildir.

Ülkemizde güçlü yetkilerle donanan parti liderleri, istedikleri kişilere partinin en üst karar organlarında görev verebildikleri gibi, istedikleri kişileri milletvekili veya belediye başkan adayı yapabilmekte, istemedikleri kişileri de rahatlıkla partiden ihraç edebilmektedir.

Ülkemizde siyasetçi olmak isteyen insanlar, üyesi olduğu partinin liderinin her dediğini ve yaptığını onaylamak, liderin yanlışlarını görmezden gelmek, hatta yeri geldiğinde liderin yaptığı yanlışları doğruymuş gibi savunmak zorunda kalabilmektedir. Ülkemizde çeşitli alanlarda başarısını ispat etmiş, halkın güvenini ve saygınlığını kazanmış pek çok bürokrat, akademisyen, gazeteci veya sanatçı, parti liderlerinin yaptığı yanlışlara ortak olmamak için siyasetin kirli ortamından uzak kalmaktadır.

Bizler, kalitesini ispat etmiş insanları siyasete kazandıramadığımız, siyaset yapması sakıncalı olanları da siyaset sahnesinde uzaklaştıramadığımız sürece ülke sorunlarının zamanında çözülmesini beklememiz gerçekçi olmayacaktır.

 

  1. SPK’da Yapılması Gereken Değişiklikler  

Demokratik sistemlerde siyasi parti liderleri ve yöneticileri “parti içi seçimlerle” belirlenmektedir. Ülkemizde de istisnai durumlar dışında parti liderlerinin ve yöneticilerinin seçimle işbaşına gelmesi esası benimsenmiştir. Parti genel başkanının, partinin merkez karar ve yönetim kurulu ile merkez disiplin kurulu üyelerini delegeler seçmektedir. Delegelerin bir kısmı parti içi seçimle göreve gelirken, diğer kısmı tabii delegelerden oluşmaktadır. SPK’ya göre; seçilmiş delegeler, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının iki katından fazla olmamak kaydıyla, parti tüzüğünde gösterilen şekilde ve sayıda il kongrelerince seçilen delegelerden oluşur. Parti genel başkanı, merkez karar ve yönetim kurulu ile merkez disiplin kurulu ve partinin üyesi olan bakanlar ve milletvekilleri de tabii delege sayılmaktadır. Parti tüzüğünün hazırlanmasında parti tabanının veya yöneticilerinin taleplerinin göz ardı edilerek tamamen parti liderlerinin istekleri yönünde hareket edilmesi sonucunda, “parti içi seçimler”le ilgili düzenlemeler tamamen liderlerin isteklerine göre şekillenmektedir. Ayrıca SPK’da yapılan düzenlemeyle parti yöneticilerinin aynı zamanda tabii delege olarak kabul edilmesi, aynı liderlerin yeniden genel başkan seçilmesini de kolaylaştırmaktadır. Parti tüzüklerinin antidemokratik bir şekilde yapılmasını engelleyecek bir yaptırım da bulunmamaktadır. Kanunun tanıdığı bu imkânı sonuna kadar kullanan parti liderleri de kendilerini tekrar tekrar genel başkan seçtirecek “parti içi seçim” sistemlerinin kendi partilerinin tüzüklerinde yer almasına büyük vermektedir.

Büyük kurullarda delegeler tarafından yeniden genel başkan seçilmeme riskini göz önünde bulunduran liderler, bu riski ortadan kaldırabilmek için partide üst düzey görevlere, kendilerine sadakatle bağlı olan kişileri getirmeyi tercih etmektedir. Parti içinde başarılı görevler yürütseler de büyük kurulda mevcut lidere oy vermeme ihtimali bulunan partililere de yönetimde görev verilmemektedir. Bir nevî danışıklı dövüş söz konusudur. Mecliste bizleri temsil eden köklü partilerin içerisinde bugüne kadar delegeler tarafından genel başkanlık koltuğundan indirilen bir parti lideri görülmemiştir. Ülkemizde liderlerin delegelerle değiştirilmesinin istisnaları olarak, bir önceki liderin ölümü, liderin cumhurbaşkanı seçilmesi veya liderin kaset skandalına karışması örneklerini verebiliriz.

 

  1. Kemikleşmiş Oylar

Tabii delege sistemi, delegelerin parti içi seçimlerle lideri koltuğundan indirme ihtimalini bertaraf etmektedir. Parti liderlerinin başkanlık koltuğunu tehdit eden bir başka unsur ise halk seçimlerinde beklentilerin çok altında oy alarak hezimete uğramaktır. Halk seçimlerinde iktidara gelecek oyu alamasalar da istikrarlı bir şekilde belirli bir oy oranını yakalamak, ülkemizdeki liderlerin genel başkanlık koltuğundan olmamaları için son derece önemlidir. Halk seçimlerinde istikrarlı bir şekilde alınan %1-2 civarındaki oylar dâhi bir partide yıllarca genel başkanlık yapılabilmesi için yeterli olmaktadır. Seçimlerde oy oranının bir miktar düşmesi, liderler tarafından istifayı gerektirecek bir sorun olarak görülmemektedir. Ancak bir önceki seçimlerde alınan oyların büyük bir bölümünün kaybedilmesi durumunda, partinin dağılma, liderin saltanatının da sona erme tehlikesi doğmaktadır. Bu tehlikeyi azaltmanın ya da ortadan kaldırmanın yolu da kemikleşmiş oylara sahip olmaktır. Kemikleşmiş oylar, her seçimde aynı partiye oy veren seçmenlerin oyunu ifade etmektedir. Bir partinin halk seçimlerinde büyük oranda oy kaybetmesini önleyecek kemikleşmiş oylara sahip olmasının en kolay yöntemi de bir ideolojiyi desteklemek ya da yeni bir ideoloji yaratmaktır. Partinin bir ideolojiye hizmet etmesi, parti üyelerinin ve seçmeninin de aynı ideolojiyi sıkı bir şekilde desteklemesi ve savunması ile mümkündür.

Parti içinde tabii delege sistemini benimseyerek genel başkanlığı garanti altına alan liderler, kemikleşmiş oylarla da partilerindeki geleceklerini tam anlamıyla güvence altına almaktadır. Halk seçimlerinde seçim barajını geçerek Meclise girecek çoğunluğu bulamasalar da seçmenlerinin umutlarını söndürmeyecek ve bir sonraki seçimlere kadar seçmenin umutlarını diri tutmaya yetecek sayıda oy alabilen liderler, partideki saltanatlarını da sürdürebilmektedir.

Liderler tarafından bir ideoloji belirlendikten sonra yapılacak iş, o ideolojiyi benimseyen insanları partide toplamak, diğer ideolojilere mensup insanları da dışlamak veya düşman olarak görmektir. Bu ayrıştırma süreci sonunda, partiyi destekleyen seçmenlerin diğer partilere oy vermesi de engellenmiş olmaktadır. Yıllarca aynı seçmenlerin oyunu alan siyasetçiler, kemikleşmiş oylar sayesinde partilerinde saltanatlarını uzun yıllar sürdürebilmektedir.

 

  1. İdeolojik Ayrışma  

Toplumumuzda belirli ideolojileri savunan insanların dışında, ideolojik çatışmaların uzağında duran, geçim derdine düşmüş veya siyasî tartışmalardan vareste olan, Farklı dine, dile, ırka veya yaşam tarzına sahip milyonlarca insan bulunmaktadır. Günlük hayatta birbiriyle uzlaşma içinde yaşayan bu insanlar, Mecliste temsilcileri olan siyasetçiler tarafından ideolojik tartışmaların veya çatışmaların içerisine çekilmeye çalışılmaktadır. Çoğu zaman bu çatışmalar, siyasetçiler tarafından dava meselesi olarak görülmektedir. Geçmişte bu kadim Millet, Sağ-Sol, Kürt-Türk, Alevi–Sünni, Laik–Şeriatçı diye pek çok kez ayrıştırılmaya çalışıldı. Bu ayrışmalardan en çok kazançlı çıkanlar da daima siyasetçiler oldu.

Kabul etmemiz gerekir ki ülkemiz kozmopolit bir ülke. Pek çok ırktan, dilden, dinden ve mezhepten insanı barındırıyor. Ancak unutmayalım ki üzerimizde hâkimiyet kurmaya çalışan süper güce sahip ülkelerin çoğu bizden daha kozmopolit toplumlara sahipler. Bizden çok daha fazla kültürel çeşitliliğe sahip olan bu ülkeler, barış içinde bir arada yaşamalarına imkân verecek sistemleri sayesinde süper güç haline gelebilmiştir. Bizim de farklı kültürlere sahip insanlardan oluşuyor olmamız, her ne kadar siyasetçiler tarafından sorun olarak görülse de, gerçekte bir arada yaşamamıza ve sorunlarımızı en iyi şekilde çözmemize, bu sayede de güçlü bir ülke olmamıza engel değildir.

Toplumda insanların birbirini düşman olarak göreceği keskin bir ayrışma söz konusu değilken, 20. Yüzyıldan itibaren siyasetçiler tarafından yaratılan ideolojilerin toplumu ayrıştırmaya çalışması bize bir gerçeği de göstermektedir. İdeolojik ayrışmaların gerçekte suni bir ayrışmadan ibaret olduğu gerçeğidir.

İdeolojilerin suni temele dayandırılması, son yıllarda bu temelin sarsılmasına da neden olmuştur. Farklı ideolojilere sahip partiler arasında siyasetçi transferleri, bu suni temelin iyi bir göstergesidir. Milliyetçi ideolojileri savunan partilerin siyasetçilerinin sosyal demokrat partilere, laik ideolojileri savunan partilerin siyasetçilerinin de muhafazakar partilere transfer edilmesi, bu duruma güzel bir örnektir. Bu örnekler, geçmişte ideolojilerin toplumun yararı için oluşturulmadığını, tamamen liderlerin saltanatlarının sürdürülebilmesi için birer araç olduğunun en güzel kanıtıdır. Farklı ideolojilere sahip partiler arasında yaşanan bu transferlerin altında yatan en büyük neden ise siyasetçilerin liderleriyle çıkar çatışması içine girmesidir. Liderle çıkar çatışması yaşayan siyasetçiler, karşıt görüşte bulunan siyasi partilerin cazip tekliflerini kabul ederek parti değiştirdiklerinde, eski partilerinde yıllarca savundukları ideolojilere bir anda düşman olabilmektedir.

 

  1. Devletin Siyasi Gücü

Mecliste milli menfaatlerle ilgili konularda birden fazla partinin ortak karar alabilme kapasitesi, bir ülkenin siyasi gücünü göstermektedir. Liderlerin bir taraftan ideoloji ve antidemokratik parti içi seçimlerle siyasi güçlerine güç katması, diğer taraftan ülke siyasetine güç kaybettirmektedir. Ülke menfaatleri söz konusu olduğunda siyasetçilerin bir araya gelmekten imtina etmesi, önemli konuların çözümsüz kalmasına neden olmaktadır.

Yeryüzünde krallık, cumhuriyet ya da diktatörlük gibi yönetim şekillerinden hangisiyle yönetilirse yönetilsin, bir devletin varlığını devam ettirmesi için, ülkedeki kanunların halkın ihtiyaçlarını karşılaması son derece önemlidir. Eğitimden sağlığa, ekonomiden adalete pek çok alanda halkın ihtiyaç duyduğu kanunların çıkarılması, mevcut kanunların da zamanın getirdiği değişimlere uygun olarak yenilenmesi gerekmektedir. Zamanında ve yerinde yapılmayan kanuni düzenlemeler, ülkeyi çöküş sürecine götürecektir. Halkın ihtiyaçları yerine siyasetçilerin menfaatleri gözetilerek çıkarılan kanunlar (örneğin siyasetçilere rant sağlamak amacıyla imar kanununun düzenlenmesi veya birtakım insanların devletten ihale alabilmeleri için kamu ihale kanununun değiştirilmesi) ülke sorunlarını çözmeyeceği gibi, ülkenin her alanda gücünü yitirmesine neden olacaktır.

Devletlerin bağımsızlığını sürdürmeleri “ekonomik” ve “askeri” güçlerine bağlıdır. Bu iki gücü belirleyen ise devletlerin “siyasi” gücüdür. Devletin siyasi gücü,   kavram olarak “siyasetçilerin gücü” ile karıştırılmamalıdır. Halkın ihtiyaçlarını karşılayan ve doğru zamanda yapılan kanunlar, bir devletin siyasi gücünü göstermektedir. Devletin siyasi gücünün artması veya zayıflaması, toplumun tüm kesimlerinin siyasi karar alma mekanizmasına dâhil edilip edilmemesiyle doğru orantılıdır. Liderlerin kendi partilerinde birtakım yetkileri elde ederek konumlarını sağlamlaştırması da, siyasetçinin gücünü göstermektedir. Yasama faaliyetlerine sadece iktidar partilerinin değil, muhalefet partilerinin de aktif olarak katılması, halkın yönetimde tam olarak temsil edildiğinin bir göstergesidir. İktidar partilerinin yetersiz kaldığı noktalarda muhalefet partilerinin alternatif çözümler üretmesi, kanunların en iyi şekilde çıkarılmasında büyük rol oynar. Kanunların halkın ihtiyaçlarına uygun olarak yapıldığı ülkelerde muhalefet, iktidar partilerine itici bir güç oluşturmaktadır. Özellikle uluslararası politikada devletin bekası için tüm partilerin ideolojik tartışmaları bir kenara bırakması, ortak kararlar alabilmesi gerekir.

Demokratik ülkelerde yasama, yürütme ve yargı organları birbirinden bağımsız hareket etmektedir. Ülkemizde ise yasama ve yürütme görevleri tamamen iktidar partileri tarafından yerine getirilmektedir. Partilerin kontrolünün liderlerin elinde olduğu düşünüldüğünde, iktidara gelen partinin lideri aynı zamanda yasama ve yürütmenin de kontrolünü de eline geçirmiş olmaktadır. Yasama gücüne sahip olan liderler, çıkarılan kanunların halkın ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığından ziyade, kendi ideolojilerine ve siyasi menfaatlerine hizmet edip etmediğine bakmaktadır.

 

  1. Siyasette Rekabet

Siyasetimizde yıkıcı ideolojik çatışmalara değil, yapıcı rekabete ihtiyaç duyulmaktadır. SPK’da gerekli değişiklikler yapıldığında, ideolojik kaygılarla veya kişisel menfaatler için çıkarılmak istenen kanunlar, öncelikle parti tabanına yani halkın denetimine takılacaktır. Halkın ihtiyaçlarını göz ardı eden siyasetçiler, bir sonraki parti içi seçimleri kaybederek, parti tabanı tarafından cezalandırılmış olacaktır. Siyasetçiler, siyasi kariyerlerine mal olacak böyle bir çaba içerisine girmek yerine, şahsi veya ideolojik menfaatlerini bir kenara bırakarak ülke sorunlarına odaklanacaktır. Kanunla zorunlu hale getirilecek olan denetim mekanizması diğer tüm partilerde de uygulanacağından, tüm liderler ülke sorunlarına çözüm üretmede birbiriyle yarış içerisine girecek, böylece siyasette kıyasıya bir rekabet başlayacaktır.

Siyasetin partiler arasında rekabetçi ortamın sağlanması, ülke sorunlarının çözümüne de olumlu katkılar sağlayacaktır. Rekabetçi siyasi ortamlarda partiler, halkın sorunlarını can kulağıyla dinlemeyecek, sorunlara gerçekçi çözüm yolları bulmak için çaba gösterecektir. Vatandaşların sorunlarını çözebilecek partilerin sayısının artması, halkın sandıkta rahatlıkla oy verebileceği alternatif parti sayısını da artıracaktır. Bugün ülkemizde seçmenlerin halk seçimlerinde oy verirken alternatif partiler arasında yaptığı tercih, ehven-i şer olarak ifade edilmektedir. Ehven-i şer, kötülerin içinden iyiye en yakın olanını seçmek anlamına gelmektedir. Demokratik sistemler, seçmenlerin tercihini ehven-i şerden yana kullandığı sistemler değildir. Bilakis bu seçmenler, iyilerin içerisinden en iyisini seçme imkânına sahiptir. Bu sistemlerde partiler, belirli bir zümreye çıkar sağlamak yerine, halkın tamamının sorunlarına çözüm arayacakları için, seçimleri hangi partinin kazanacağının da seçmen için fazla bir önemi kalmayacaktır.

Ülkemizde yapılan her halk seçimleri sonrasında seçimlere katılım oranının yüksek çıkması, siyasetçiler tarafından ülke ve demokrasi adına gurur verici bir durum gibi algılanmaktadır. Gelişmiş ülkelerde ise seçimlere katılım oranı ülkemizden daha düşüktür. Bu ülkelerde, seçimlere katılım oranlarının düşük olmasının sebebi, halkın güvenebileceği ve gözü kapalı oy verebileceği parti sayısının fazla olmasıdır. Hangi parti iktidara gelirse gelsin halkın sadece belirli bir kesiminin değil, tamamının ihtiyaçlarını dikkate alması, seçmenlerin gelecek kaygısı taşımasını önlemektedir. Seçim sonuçları konusunda kaygı duymayan seçmenler de, seçimlere katılım oranını düşürmektedir.

Ülkemizde seçmenlerin bir kısmı, oy verdikleri partileri aynı zamanda ideolojik olarak da desteklemektedir. İdeolojik siyaset, babadan oğula geçen kemikleşmiş particilik anlayışını da beraberinde getirmektedir. Bu anlayışla hareket eden seçmenler, oylarına sahip çıkmayı ve diğer partilerin seçimi kazanmasına engel olmayı, hayati bir mesele olarak düşünmektedir. Seçmenler, destekledikleri parti dışında bir başka partinin iktidara gelmesi halinde, kötü yönetilme korkusu içerisine girmektedir. Seçimlere katılım oranını yükselten de işte bu korkudur.

Parti liderlerinin saltanatlarını sürdürmelerini sağlayan iki argümandan bahsetmiştik. Bunlardan birincisi SPK diğeri de partilerde yürütülen ideolojik siyasettir. SPK’nın verdiği sınırsız yetkilerle lider kalmayı garantileyen parti liderleri, kemikleşmiş seçmen kitlesi ile belirli bir oy oranını da garantilemektedir. Bu şekilde tahtlarını sağlama alan liderler ülke sorunlarına çözüm üretmek için kıyasıya bir yarış içine girmek yerine, zamanlarının büyük bir bölümünü ideolojik polemiklere ve çatışmalara ayırmaktadır. Siyasetçiler de çözümsüz kalan ülke sorunlarından, diğer parti liderlerini veya dış güçleri sorumlu tutmaktan başka bir politika yürütmemektedir.

 

  1. Parti İçi Demokrasi

SPK’da yapılacak değişiklikle tüm partilerde “parti içi demokrasi” mekanizması işlemeye başlatıldığında, partilerdeki suni ideolojik kamplaşmalar sona erecek, partilerde liderlerin değil, parti tabanının sözü geçmeye başlayacaktır. Partiler siyasetlerini ideolojilere göre değil, halkın gerçek ihtiyaçlarına göre belirleyecektir. Irk, din veya mezhep ayrımcılığından beslenen siyasetçiler, siyaset sahnesini terk edecek, yerlerine gelen siyasetçiler de SPK değişikliğinin sağlayacağı rekabetçi ortamda tamamen halkı temsil edecektir. Siyasette ırk, din, dil veya mezhep ayrımcılığı böylece ortadan kalkacaktır. Siyasetçilerin en önemli amacı, partilerini bir sonraki seçimde iktidara taşımanın yollarını aramak veya partinin bir önceki oy oranını artırmak olacaktır. Halk seçimlerinde başarılı olamayan veya en azından bir önceki oy oranını artırmayı başaramayan milletvekili veya belediye başkanı adaylarının siyasete devam etmesinin cazibesi de kalmayacaktır. Partiler arası rekabet parti içi rekabeti de doğuracağı için başarısız olan siyasetçilerin yerine yenisi rahatlıkla getirilebilecektir. Seçimlerde başarısız olan ancak bir sonraki seçimde yeniden aday olmakta ısrar eden siyasetçilerin parti içi seçimlerde parti tabanının süzgecinden geçmeleri ve yeniden aday olabilmeleri zorlaşacaktır.

 

  1. Geçmişte Kurulan Koalisyonların Kısa Ömürlü Olmasının Nedeni

Bir partinin iktidara gelebilmesinin yolu, oy istediği kitleyi en iyi şekilde temsil etmek ve onların sorunlarına en güzel şekilde çözüm yolu bulmaktan geçer. Ülkemizde siyaset yapan pek çok muhalefet partisinin koalisyon hükümetlerinde veya ülkemizdeki gibi ittifakla kurulan hükümetlerde yer alabilecek oy oranına sahipken, mevcut hükümeti dışarıdan desteklemekte veya hiçbir destek vermeyerek muhalefette kalmayı tercih etmektedir. Geçmişte Türkiye’de uygulanan parlamenter sistemde koalisyonlar çok zor kurulmakta, kurulanlar da kısa sürede ülkeyi erken seçime götürmekteydi. Bu dönemde, seçmenlerin kemikleşmiş oylarıyla siyasi saltanatını sürdüren liderler için, koalisyonda yer almak, saltanatları için riskli sonuçlar doğurabiliyordu. Siyasi partilerin büyük bir bölümü, ülke sorunları için çözüm üretmek yerine ideolojik çatışmalarla siyaset yapmayı tercih etmekteydi. İktidarda görev alarak başarılı olmak ve oy oranını daha da artırmak gibi bir amaç gütmeyen bu partiler, hükümette görev alarak başarısız olacakları ve kemikleşmiş seçmenlerinin oylarını kaybedecekleri kaygısıyla iktidarda sorumluluk almaktan kaçınmaktaydı. Bu yüzden, muhalefette uzun yıllar saltanat sürmek, muhalefet partilerinin liderleri tarafından daha çok tercih edilmekteydi. Pek çok Avrupa ülkesi koalisyonlarla başarılı bir şekilde yönetilirken, bizde geçmiş yıllarda koalisyonların kurulamamış olması, kurulanların da çok kısa sürmesinin temel nedeni de budur.

Geçmişte koalisyonlarla kurulan hükümetler bugün ittifaklarla kurulmaktadır. Partiler günümüzde seçimlere girerken bir ittifakta yer almak zorunda kalıyor. Seçimi kazanan ittifaktaki partilerin sadece biri hükümeti kurmakta, diğerleri ise iktidar partisine dışarıdan destek vermeyi tercih ediyorlar. Seçimi kazanan ittifaktaki diğer partilerin hükümette görev almak istememesinin nedeni de iktidarda yıpranma ve saltanatlarının sona ermesi kaygısından başka bir şey değildir. Oysaki koalisyonla yönetimin yaygın olarak görüldüğü gelişmiş ülkelerde koalisyonda yer almak, partiler için bulunmaz bir fırsattır. Hükümette kısıtlı da olsa yer bulan küçük partiler, kendi hazırladıkları programlarıyla halkın sorunlarına çözüm bulmak ve bir sonraki seçime kadar oy oranını artırmayı amaçlamaktadırlar.

 

  1. İdeolojilerin Sonu

Geçmişte siyasetçiler tarafından dava meselesi olarak görülmesi sağlanan ideolojiler, günümüzde tamamen çözülerek kendi kendini imha etmektedir. Bu çözülmede en önemli rolü oynayan nedenlerden biri, geçmişte birbirine düşman olan partiler arasında yaşanan siyasetçi transferleridir.

Ülkemizde siyasetçiler yarattıkları korku ortamında ideolojilerini beslemişlerdir. Siyasetin gündemini küresel ısınma, çevre sorunları, yapay zekâ, nano-teknoloji, yenilenebilir enerji gibi konular oluşturması gerekirken, yaratılan korku ortamında siyasetin gündemini,  bugüne kadar diğer ideolojiler, dış güçler, irtica, devletin bekası, derin devlet gibi konular işgal etmiştir.

Yeryüzünde bulunan her toplumda siyaset yapabilecek potansiyelde insanlar bulunduğu gibi, siyaset yapması sakıncalı insanlar da bulunmaktadır. Bizim gibi kozmopolit toplumlara sahip ülkelerde din, dil, ırk, mezhep gibi unsurların siyasette ideoloji malzemesi yapılarak tehdit unsuru olarak görülmesi, ülkenin bölünme tehlikesini doğurmaktadır. Ülkemizde ise siyaset birbirinden ideolojik olarak ayrışmış siyasi partiler tarafından yapılmakta, her ideoloji diğer ideolojileri ülke için tehdit olarak görmektedir. Demokratik ülkelere örnek verecek olursak, ABD’de mevcut siyasi partiler, zencileri ülke içinde bir tehdit unsuru olarak görmemekte, aksine zenciler ülke siyasetine aktif olarak katılmaktadırlar. Zenciler de yalnızca siyahilerin üye olabildiği bir parti kurarak iktidarı ele geçirme çabası içine girmemektedir. Aynı durum ABD’de yaşayan Yahudi, Müslüman, Hindu, Çinli ve diğer azınlık gruplar için de geçerlidir. ABD ülkemizdeki gibi ideolojik temellere oturtulmuş bir siyaset anlayışıyla yönetiliyor olsaydı, parçalanıp bölünmesi hiç de zor olmazdı. Benzer durumu Almanya, İngiltere ve Fransa gibi kozmopolit ülkeler için de söyleyebiliriz. Örneğin Almanya’da 3,5 milyon Türk yaşarken toplamda 18 milyona yakın göçmen nüfus yaşamaktadır. Alman nüfusunun neredeyse 4’te biri, geçmişte iş bulmak amacıyla göç etmiş ve zamanla sayıları çoğalmış yabancı kökenlilerden oluşmaktadır. Alman siyasetinde de ideolojik bölünmeler olmadığı için göçmenler de hiçbir zaman Almanya’da iktidarı devirecek veya ülkeyi bölecek bir tehdit unsuru olmamıştır.

Vatandaşların ülke yönetiminde temsil edildiği ve toplumun hiçbir kesiminin devlete tehdit unsuru olarak görülmediği gelişmiş ülkelerde, hangi kökenden olursa olsun vatandaşların barış içerisinde yaşaması ve ülkenin ekonomik ve sosyal kalkınmasına katkıda bulunması mümkün hale gelmektedir. İdeolojik olarak kamplaşmak isteyen gruplar da siyasetçilerden destek bulamadıkları için saman alevi gibi yok olup gitmektedir. Burada bir ayrıntıdan da bahsetmek gerekiyor. Bu ülkelerde farklılıklar siyasette tehdit olarak görülmese de, toplum içerisinde bulunan farklı kesimlerin zaman zaman birbiriyle çatıştıkları da bir gerçektir. ABD’de Zenci-Beyaz çatışmasını, Almanya’da da Türk-Alman grupları arasında zaman zaman yaşanan çatışmayı buna örnek olarak gösterebiliriz. Ancak bu çatışmalar, siyasetçilerin kendi menfaatleri için hiçbir zaman birer ideoloji malzemesi haline getirilmemiştir. Aksi halde bizden daha kozmopolit olan bu toplumların parçalanarak yok olup gitmesi kaçınılmaz olurdu.

 

  1. Terör Sorunu

Kabul etsek de etmesek de Güneydoğu’da yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımızın bir kısmı bağımsız bir devlet kurma hayaliyle yaşamaktadır. Sözlü olarak ifade etmekten kaçınmaları da bu gerçeği ortadan kaldırmamaktadır. Devletin son yıllarda teröre darbe vurmuş olması, bölgede yatırımlarını artırmış olması da bölge halkının bu düşünceden vazgeçmesinde çok da fazla etkili olmamaktadır.

SPK’da yapılacak değişiklikle ideolojik siyasetin tarihe karışması, aynı zamanda ülkemizde terör sorununun da kendiliğinden çözülmesini sağlayacaktır. Kanun değişikliğinin terör sorununa nasıl çözüm olacağını anlayabilmek adına Türkiye’yi bir an için farklı bir ülke gibi hayal edelim. Kişi başı milli gelirin 25.000 Dolar’ın üzerine çıktığı, işsizliğin yok denecek kadar azaldığı, enflasyonun %1’ler civarında gezindiği, çarpık kentleşmenin ve doğal afetlere dayanıksız yapılaşmanın yerini, düzenli ve çevreye duyarlı şehirleşmeye bıraktığı, çevre kirliliğine ve atık yönetimine son derece önem verilen, vatandaşların yaz tatilini hangi ülkede geçireceklerinin planlarını yaptığı, birden fazla yerli otomobil fabrikasının faaliyet gösterdiği, cep telefonu veya bilgisayar gibi pek çok teknoloji ürünün üretildiği çok uluslu şirketlere sahip, kimyadan mikrobiyolojiye, nano-teknolojiden, yazılım sektörüne kadar dünyada söz sahibi olan bir ülke olduğumuzu düşünelim. Çalışanların haklarını fazlasıyla aldığı, diline, ırkına, teninin rengine veya mezhebine bakılmaksızın devlet kadrolarında kayırılanların değil, hak edenlerin iş bulabildiği, ekonomiden adalete, sağlıktan eğitime kadar fırsat eşitliklerinin olduğu, bölgesel gelişmişlik farklılıklarının ortadan kalktığı bir ülkede yaşıyor olsaydık, her gün kan ve gözyaşını eksik olmadığı, Ortadoğu ülkelerine sınırı olan bir coğrafyada Kürt kökenli vatandaşlarımızın ayrı bir devlet kurma ihtiyacı kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Bağımsız bir devlet talebinde bulunmayacakları gibi, Türkiye’nin bölünmemesi ve üniter bir devlet olarak kalması için de ellerinden geleni yapacaklardır. Siyaset reformu gerçekleşmediği takdirde bugün Kürt kökenli vatandaşlarımızla yaşanan sorunların yarın Suriye veya Afgan kökenlilerle yaşanmamasının hiçbir garantisi bulunmamaktadır.   

 

  1. Siyasetin Hakettiği Saygınlığı Kazanması

Demokratik ülkelerde siyasetçiler halk tarafından zaman zaman acımasızca eleştirilse de nihayetinde siyaset, toplumda büyük bir saygınlığı olan ve insana onur veren bir görev olarak görülmektedir. Ülkemizde ise siyasetin uzağında kalması gereken insanlar, SPK’nın antidemokratik düzenlemeleriyle milletvekili veya belediye başkanı seçilebilmekte, liderle olan yakın ilişkileri sayesinde de uzun yıllar siyaset sahnesinde kalabilmektedir. Halkın tercih ettiği kişiler yerine, liderlerin istediği kişilerin siyasete girmesi, siyasetin kirlenmesine, toplum içerisinde seviyesinin düşmesine ve saygınlığının azalmasına sebep olmuştur.

Batı demokrasilerinde siyasi partiler, toplumun içinde siyaset yapmaya en ehil kişinin tespit edilerek siyasete kazandırılmasında büyük görevler üstlenmektedir. Ülkemizde Kürt, Türk, Alevi, Sünni, Ermeni, Süryani hangi dile, dine veya mezhebe mensup olursa olsun siyaset yapmaya ehil olan insanlar mutlaka vardır. Bu insanların içerisinde siyaset yapması sakıncalı olanların bulunması da kaçınılmazdır. Toplum içerisinde başarılı ve saygınlığı olan insanlar olduğu gibi siyasete girmesi istenmeyen insanlar da bulunmaktadır. Bu kural sadece ülkemiz için değil, dünya üzerinde bulunan tüm toplumlar için geçerlidir. Halkın içerisinde siyaset yapmaya kimin daha ehil olduğunu en iyi yine halkın kendisi belirleyebilir. SPK ile kurulmuş olan siyaset düzeninde iyi-kötü ayrımı ise insanların ideolojilerine ve parti liderine yakınlığına göre belirlenmektedir. Siyasetçiler, savundukları ideolojilerle toplumu derin çizgilerle ayrıştırırken, kendi ideolojisinden insanların iyi olduğu, farklı ideolojiden insanların ise kötü olduğu konusunda destekçilerini ikna etmektedir. Ülkemizde parti liderlerinin sadece kemikleşmiş destekçilerinden oy almak için veya onların oylarını kaybetmemek için çalıştıklarını söylemiştik. Aynı liderler, farklı ideolojinden bir siyasetçinin halkın tepkisini çekecek bir davranışta bulunması durumunda, bu siyasetçiyle birlikte ona destek veren tüm seçmenleri de aynı kefeye koyup kötülemekte sakınca görmemektedir. Bu şekilde sadece siyasi parti mensupları değil, onlara destek veren seçmen kitleleri de birbirine düşman hale getirilmeye çalışılmaktadır. Yaratılan düşmanca ayrışmadan kazançlı çıkanlar ise her zaman siyasetçiler olmuştur.

Ülkede yaşayanların ortak sorunlarının çözülebilmesi için yasa çıkarılması gerektiğinde, rekabet içerisinde olan siyasetçilerin ister iktidarda isterse muhalefette olsun bir araya gelebilmesi ve birlikte karar alabilmeleri ülkenin siyasi gücünün bir göstergesi olduğunu daha önce belirtmiştik. Meclis’te bizleri temsil eden ve ülke menfaatleri söz konusu olduğunda hiçbir konuda uzlaşı sağlayamayan siyasi partilerin, sadece milletvekili maaşlarına zam yapılması gibi şahsi menfaatlerini ilgilendiren konularda fikir birliğine varmaları da partiler arasında yaşanan düşünce ayrılıklarının hiçbir gerçekçi temele dayanmadığının bir göstergesidir. Farklı düşünceden de olsa da sokakta güvenli bir şekilde bir araya gelebilen milyonlarca insan kendi aralarına herhangi bir sorun yaşamazken, bu insanların temsilcisi olan milletvekillerinin Mecliste’de ülkenin geleceğini belirleyecek önemli konularda bir araya gelmekten imtina etmesi, gerçekte Milletin değil, liderlerinin birer temsilcisi olduklarının göstergesidir.

Halkı temsil etmek yerine liderleri temsil eden siyasetçiler, ülkenin gerçek sorunlarını gündeme getirerek bu sorunlara çözüm yolu bulmakta yetersiz kalmaktadır. Meclis’te yapıcı siyaset yerine çatışmacı anlayışın hâkim olması, ülke sorunlarını daha da kronik hale getirmektedir. Meclis’te halkın ihtiyaçları yerine, parti ideolojisine hizmet eden veya siyasi menfaatleri ilgilendiren konularda yasal düzenlemelere ağırlık verildiğini belirtmiştik. Bu durum, halkın sorunlarına çözüm üretilmesini de geciktirmekte, sorunların katlanarak büyümesine yol açmaktadır. Ancak siyasetçiler büyüyen sorunların kendilerinden kaynaklandığını kabul etmeyerek, sorumluluğu diğer partilere yüklemektedir.

 

  1. Dış Güçler

Meclis’te yasama faaliyetini yürüten partiler, ülke sorunlarını çözmede yetersiz kaldıklarında zaman zaman birbirlerini dış güçlerle ilişki kurmakla suçlamaktadır. Dış güçleri, vücutta oluşan enfeksiyona açık bir yaraya nüfuz etmek için bekleyen bakterilere benzetebiliriz. Halkın tamamının ülke yönetimine temsilcileri vasıtasıyla aktif olarak katılması engellendiğinde, tıpkı açık bir yarayı enfekte etmek isteyen bakteriler gibi, dış güçler de ülkeler üzerinde manipülatif müdahalelerde bulunmak isteyecektir. Kendi siyasi menfaatlerini halkın menfaatlerinin üstünde gören siyasetçiler, siyasi gelecekleri tehlikeye girdiğinde dış güçlerden yardım almakta sakınca görmeyecektir. Tarihte dış güçlerle ilişki kuran muhalif siyasetçilere her dönem rastlanmıştır. Bir siyasetçinin dış güçlerle işbirliği yaptığını ispatlaması zor olsa da, iktidarı zayıflatmak amacıyla dış güçlerle işbirliği yapmak isteyen siyasetçiler geçmişte olduğu gibi gelecekte çıkabilir.

Dış güçler kavramının içerisine bir ülkeyi etkileyen yabancı devletleri dahil edebileceğimiz gibi zaman zaman o ülke üzerinde operasyon gerçekleştirmek isteyen birtakım lobileri de dahil edebiliriz. Dünya üzerinde herhangi bir ülkenin kalkınmasını ve gelişmesini istemeyen, yeri geldiğinde de yeryüzünden silinmesi için çalışan düşmanları her zaman olabilir. Bu düşmanlar niyetlerini bazen açık açık ortaya koyabildiği gibi bazen de gizli bir şekilde faaliyet yürütürler. Avrupa’nın ortasında kalmış, düşmanı olmayan bazı mikro devletleri saymazsak, hemen hemen her devletin bir düşmanı vardır. ABD’nin Rusya, Çin, İran gibi; Güney Kore’nin Kuzey Kore gibi; Hindistan’ın Pakistan gibi; Irak’ın İran gibi; Suriye’nin İsrail gibi; Suudi Arabistan’ın Yemen gibi yıllardır mücadele ettiği düşman devletleri vardır. Kozmopolit bir topluma sahip ülkemizin, bulunduğu stratejik coğrafi konumu nedeniyle birden fazla düşmana sahip olması da doğaldır. Ülke menfaatleri söz konusu olduğunda birlikte hareket etmekten ve birlikte karar almaktan kaçınan siyasi parti liderleri, uzlaşmaz tavırlarıyla aslında ülkeyi yabancı ülkelerin manipülatif müdahalelerine daha da açık hale getirdiklerinin farkında değillerdir. Dış güçlerden gelecek tehdidi azaltmanın yolu ise siyasette birlik ve bütünlüğü sağlamaktır. Bunun yolu da siyasetçilerin tamamının halkın çıkarları için çalışmasından geçmektedir.

SPK değişikliğiyle kendilerini rekabetçi bir ortamda bulacak olan siyasetçiler, liderlerine hesap vermek yerine halka hesap verir hale geleceğinden, ülkenin ortak menfaatlerinde uzlaşmaz tavır almaktan vazgeçecek, ülke menfaatleri söz konusu olduğunda, diğer partilerle ortak karar alabilir hale gelecektir. Kendi menfaatlerini ülke menfaatlerinin üzerinde tutarak uzlaşmaz bir tavır alan siyasetçiler de tabanları tarafından tepkiyle karşılanacak, bu siyasetçilerin partideki görevlerine en kısa sürede son verilecektir. Dış güçlerin manipülatif müdahaleleri de bu şekilde bitme noktasına gelecektir.

 

  1. Bürokrasi

Bir ülkenin iyi yönetilebilmesi için kanunların zamanında ve kusursuza yakın bir şekilde çıkarılmasının veya güncellenmesinin önemine değinmiştik. Kanunların kusursuza yakın olması için yasama üyeleri olan milletvekilleri ile devletin üst düzey yönetici tabakasını oluşturan bürokrasinin uyumlu bir şekilde çalışması gerekir. Devletin özel sektörle birlikte ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmesinde en önemli itici güç bürokrasidir. Bürokrasilerin görevi, iktidar partilerinin programlarını kanunlara uygun bir şekilde hayata geçirmektir. Ülkemizde siyasetçiler zamanlarının büyük bir bölümünü siyasi polemiklere ve kısır tartışmalara ayırmakta, bürokrasinin de verimli çalışmasını engellemektedir. İktidara gelen partilerin siyasetçileri sorunlara çözüm yolu aramak, bulunan çözüm yollarını da bürokrasi ile beraber uygulamak yerine, devlet kadrolarının doldurulması konusunda adeta iş bulma kurumu gibi çalışmaktadır. İktidar destekçilerinin devlet kadrolarına yerleştirilmesi, siyasetçilerle ortak çalışan bürokratların da temel görevi haline gelmiştir.

Şu an ülkemizdeki mevcut siyaset sisteminden ziyade SPK’da yapılan antidemokratik düzenlemeler, ekonomik kalkınmamızın da önünde en büyük engeldir. Siyasetçilerin ekonomik sorunlara çözüm üretmesi için öncelikle bürokratlardan yararlanması gerekir. Proje üretmek yerine devlette kadrolaşmaya ağırlık verilmesi, ekonomik sorunları çözümsüz bırakmaktadır. Devlette proje üretmek yerine kadrolaşmaya ağırlık verilmesinin hesabını parti liderlerine soracak bir mekanizma mevcut değildir. Siyasetçiler hesapsızca yürüttükleri tüm bu faaliyetlerin hesabının sandıkta halk tarafından sorulmasını isterler. Ancak bilinmelidir ki, demokrasilerde hesap sorma yeri halkın önüne gelen sandık değil, siyasi partilerin içinde parti üyelerinin önüne gelen sandıktır.

Demokratik ülkelerde tüm partiler, parti içi denetim mekanizması sayesinde siyasi kadrolaşmayı gündemlerinden çıkartmıştır. Ülkemizde devlet kadrolarının doldurulmasında tıpkı siyasette olduğu gibi liyakat yerine sadakat anlayışının yerleşmesi, kamu kurumlarının verimsiz çalışmasına neden olmaktadır. Ayrıca devlet kadrolarına siyasi kaygılarla ihtiyaç fazlası atamaların yapılması, kamu kaynaklarının israfına, ekonominin zayıflamasına yol açmaktadır. Ekonominin kötü gidişatından rahatsızlık duymayan iktidar partileri, uyguladıkları politikaların doğru olduğuna, ekonomik krizlerin müsebbibinin dış güçler ve muhalefet partilerinin olduğuna halkı inandırmaya çalışmaktadır. Ekonomik sorunların işi içinden çıkılmaz bir hale gelmesi durumunda, ülkede kaos ortamının oluşması riski, siyasetçiler tarafından göz ardı edilmektedir.

 

SON SÖZ

Türk toplumu 3 kıtaya yayılan geniş bir coğrafyada yüzyıllarca egemenlik kurmuştur. Osmanlının bıraktığı topraklarda bugün yaşayan Müslüman halklar, baskıcı diktatörlerin yönetiminden ve süper güce sahip ülkelerin hegemonyasından kurtulamamaktadır.  Bu milletlerle ortak bir geçmişe sahip olmamız, onların gönlünde Türkiye’yi farklı bir konuma yerleştirmiştir. Osmanlı’nın torunlarını süper güçlerin hegemonyasından kurtaracak, kendi ülkelerinde diktatoryal yönetimleri sonlandırarak, insanca yaşayabilecekleri devlet yönetimine kavuşabilmeleri için bir yardım eli beklemektedir. Türkiye bu eli uzatabilirse, orada yaşayan insanlar da çağın gerektirdiği hak ve özgürlüklere sahip bir şekilde yaşayabilme şansına kavuşmuş olacaktır. Geçmişte bu halkların hamisi olan Türk Milleti, günümüzde beklenen yardım elini uzatabilecek tek millettir. Hamilik görevi bize atalarımızın mirasıdır. Bu görevi yerine getirebilmemiz için öncelikle Türkiye’nin bir an evvel gelişmiş ülkeler seviyesine çıkması gerekmektedir. Aksi halde üzerimizdeki sorumluluğu yerine getiremediğimiz gibi Müslüman ülkelerde ve özellikle Ortadoğu’da yaşanan ve giderek büyüyen kaos ortamının bizi de kuşatmasını önlemek için çok geç kalabiliriz.

Türkiye’nin güçlü bir ülke olması için demokratik bir yönetime kavuşması şarttır. Bunu başarmanın tek yolu halkı yönetimde söz sahibi yapmaktır. Atatürk’e ait olan “Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız Milletindir” sözü günümüzde geçerli en iyi yönetim biçimi olan “demokrasiyi” ifade etmektedir. Ancak bu söz, ülkemizde ne yazık ki ilk söylendiği günden beri tam olarak hayata geçirilememiştir. Hâkimiyet her dönem siyasi liderlerin elinde olmuştur. Halkın istek ve ihtiyaçları iktidara gelen parti liderlerinin inisiyatifine göre karşılanmış, hak ve özgürlükler liderlerin izin verdiği ölçüde halka tanınmıştır. Demokrasi kelimesi Yunancada halk anlamına gelen “demos” ile “iktidar” anlamına gelen “kratos” kelimelerinin birleşmesinden oluşan “halk iktidarı” anlamına gelmektedir. Halkın istek ve ihtiyaçlarının tam anlamıyla karşılanamadığı, hak ve özgürlüklerinin yöneticilerin keyfine göre kısıtlandığı ülkelerde demokrasinin varlığından söz edilemez.

Dünya üzerinde her insan, günümüzde sağlık, adalet, eğitim, kültür ve sanat, sosyal güvenlik gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmasının yanında maddi ve manevi kişiliğine dokunulmazlık, seyahat, basın, din ve vicdan özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlüklere sahip olmayı sonuna kadar hak etmektedir. Halkları homojen olan Güney Kore ve Japonya gibi gelişmiş bazı Uzak Doğu ülkelerini istisna olarak kabul edersek, bizim gibi kozmopolit ülkeler için günümüzde en iyi yönetim biçimi demokrasidir. Türkiye tek bir hükümdar tarafından monarşik sistemle yönetilen bir ülke değildir, ancak halkın temsilinin tam anlamıyla sağlandığı demokratik bir ülke de olamamıştır. Türkiye, siyasetçilerin başarısız da olsalar uzun yıllar siyaset sahnesinde kalabildiği bir ülkedir. Bu bakımdan değerlendirildiğinde, Türkiye’deki mevcut siyaset sistemi, demokratik sistemlerden ziyade sadece belirli zümrelerin ülkeyi yönetebildiği oligarşik sistemlere benzetilebilir.

Ülkemizde kurulan oligarşik düzende yürütülen ideolojik siyaset, günlük hayatta sorunlarımızın çözülmesini engelleyen en büyük faktördür. Siyasette ve bürokraside yapılan liyakatsiz atamalar, ülke menfaatleri yerine kişilerin çıkarlarına göre alınan kararlar, devlete olan güveni de sarsmaktadır. Siyasette ve bürokraside denetim mekanizmasının işlememesi bu güvensizliği daha da artırmakta, toplumun tüm kesimlerinin davranışlarına da yansımaktadır. Denetimsizliğin hayatın her alanında yaşanması, toplumsal davranış bozukluklarını da beraberinde getirmektedir. Esnafın gıdada tağşiş yapması, müteahhidin malzemeden çalması, memurun işini savsaklaması, imalathanelerin kimyasal atıklarla dereleri rengarenk boyaması, fabrika sahiplerinin bacalardan saldıkları zehirli dumanla havayı kirletmesi gibi örneklerle her gün karşılaşmaktayız.

Son yıllarda yapılan altyapı yatırımlarına rağmen ülkenin ekonomik sıkıntılar yaşamasının bir nedeni de, iktidarların yaptığı yatırımların halkın ihtiyacına göre değil, tamamen kişisel menfaatlere göre planlanmış olmasıdır. Ülkemizde aydın ve entelektüel kesimin görüşüne göre, Batı’da büyük şehirlerde hastane, üniversite veya stat sayısının fazla olması, halkın eğitim ve kültür seviyesini yükseltmekte, ülkenin gelişmesine de katkı sağlamaktadır. Siyasetçiler de bu görüşten yola çıkarak söz konusu kurumların sayısını artırarak ülkenin gelişmesini ve kalkınmasını sağlamayı amaçlamaktadırlar. Geçmişte aynı düşünceyle opera ve bale binalarının, tiyatroların veya konser salonlarının sayısı arttırarak halkın eğitim ve kültür seviyesi yukarılara çekilmek istenmiş, bu sayede ülkenin ekonomik sorunlardan kurtulacağı ve kalkınacağı düşünülmüştü. Kültürel binalara yapılan harcamaların sonucu bugün ortadadır. Geçmişte yapılan yanlış harcamaların benzerleri bugün de yapılmaktadır. Ülkemiz futbolunun gelişmesi için yapılan yatırımlar buna en güzel örneklerden biridir. Son yıllarda büyükşehirlerde statlar yenilenmiş, ancak futbolumuzda ilerleme sağlanamamıştır. Avrupa ülkelerinde futbolun gelişmesinin, stat sayıları veya kapasiteleriyle bağlantılı olduğunu düşünen siyasetçiler, büyükşehirlerde statların yenilenerek kapasitelerini arttıran büyük yatırımlar yapmıştır. Ancak, bu yatırımların futbolumuzun gelişmesine hiçbir katkısı olmamıştır. Avrupa ülkelerinde yapılan yatırımlar daha ayrıntılı incelendiğinde, öncelikle futbol kulüplerinin adeta futbolcu üreten fabrikalara dönüştürüldüğü, sonrasında futbolcu transferlerinden ve dünya çapına yayılan taraftar ve seyircilerden elde edilen gelirlerle stat sayılarının ve kapasitelerinin arttırıldığını görebiliriz. Benzer bir örnek de üniversitelerimizin durumudur. ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin gelişmişliğinde, üniversite sayılarının fazla olmasının etkili olduğu düşüncesiyle, her ile bir üniversite binası yapılmıştır. Hükümette görev alan siyasetçilerin etrafına konuşlanmış oligarklara ihale ile yaptırılan bu üniversiteler, ekonomiye veya ülke kalkınmasına katkıda bulunmadığı gibi dünyada başarılı ilk 100 üniversite içerisine de girememiştir.

Ülkemizde her alanda yaşanan düzensizliğin ortadan kalkması için yapılacak SPK değişikliği, siyaseti ideolojilerden arındıracak, siyasete rekabetçi bir ortam kazandıracaktır. Bu sayede partilerde liderlik sultası bitecek, milletvekilleri parti liderlerinden bağımsız hareket etmeye başlayacaktır. Bağımsızlığını elde eden milletvekilleri de tamamen yasama görevine odaklanacak, ideolojik kadrolaşmayla ve kısır tartışmalarla zaman kaybetmeyecektir.  Muhalefet partileri rekabetçi bir yapıya bürünerek, iktidar partileri için itici bir güç oluşturacaktır. İktidarı ve muhalefetiyle yapısı tamamen değişecek olan Meclis’te, ülkenin gelişmesi ve kalkınması için gerekli kanunlar en kısa sürede ve en mükemmel şekilde çıkarılacaktır. Ülke yararına olmayan hiçbir yatırıma veya harcamaya da izin verilmeyecektir.

Türkiye’nin ekonomik alanda güçlenmesi, askeri alanda da güçlenmesi demektir. Son yıllarda savunma sanayiinde yerli üretime ağırlık verilmesi, askeri gücümüzü bir nebze artırsa da, döviz rezervlerimizin erimesine, enflasyonun ve işsizlik gibi sorunların kronikleşmesine engel olamamaktadır. Cari açığı kapatarak ekonominin rahatlamasını sağlayacak olan yerli üretim, sadece savunma sanayiinde veya otomobil sektöründe değil iğneden ipliğe her alanda yaygınlaştırılmalı, genç nüfusa istihdam alanları yaratılmalıdır.

Ülkemizde ideolojik siyasete ve oligarşik düzene zemin hazırlayan SPK, bugüne kadar aydın ve entelektüel kesim tarafından çok fazla eleştirilmemiştir. Akademisyen, yazar, bürokrat ve sanatçılardan oluşan bu kesim ülke sorunlarına çözüm yolları ararken, SPK’yı eleştirmek ve eksik yönlerini dile getirmek yerine, SPK’nın bir ürünü olan siyasi partileri ve bu partilerin uygulamalarını eleştirmekle zaman kaybetmiştir.

Siyasi Partiler Kanunu yerine mevcut siyasetçileri eleştiren aydın ve entelektüel kesimin içerisine düştüğü bir diğer yanlış da kalkınmamızın önünde engel olarak halkı sorumlu tutmalarıdır. Yeri geldiğinde gericilikle, eğitimsizlikle, medeniyetsizlikle yer geldiğinde ahlaki ve kültürel seviyesinin düşüklüğüyle eleştirilen halk, kalkınmamızın önündeki en büyük engellerden biri olarak görülmektedir. Bunda hiçbir haklılık payı bulunmamaktadır. Batı toplumlarında eğitim seviyesinin yüksek olması veya tiyatro, opera ve bale gibi kültürel sanatlara bizden daha fazla önem veriliyor olması, kültürel bina sayısının bizden sayıca fazla olması, daha ahlaklı veya erdemli toplumlar olduklarını göstermemektedir. Her toplumda erdemli insanlar olabileceği gibi ahlak yoksunu insanlar da bulunmaktadır. Batı toplumlarının bizden tek farkı, siyaset yapacak kişileri erdemli ve halk tarafından saygı duyulan insanların içinden seçmeleridir. Bunu da demokratik bir düzen kurarak başarmışlardır. Batı’da kurulan demokratik sistem uzun ve zorlu bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. Avrupa’da ve Amerika’da bu uğurda milyonlarca insan ölmüş, çok büyük bedeller ödenmiştir. Bizim demokratik bir sistemi kurmamız için eskiden olduğu gibi ağır bedeller ödememize gerek kalmamıştır. Batı toplumunun sadece olumlu yönlerini görenler, sömürgeci zihniyetle Müslümanların ve diğer az gelişmiş ülkelerin bulunduğu coğrafyada yaptıkları zulümleri göz ardı etmektedirler. Türk toplumunun Batı toplumları gibi demokratik bir sisteme kavuşması halinde, insan hakları konusunda ülkemizi sürekli eleştiren batı ülkelerine medeniyet ve insanlık dersi vermesi çok da zor olmayacaktır.

SPK’nın değiştirilmesiyle siyasette gerçekleşmesi düşünülen reformla birlikte, geçmişte şahsi menfaatler üzerine kurulmuş olan oligarşik düzenin tarihe karışması, yerine de halk için çalışan siyasetçiler ve bürokratlardan oluşan bir devlet düzeninin getirilmesi hedeflenmektedir. Bu hedef gerçekleştiğinde, Türkiye hızlı bir büyüme sürecine girecektir. Güney Kore’nin 30 yılda sağladığı başarıyı, ülkemiz de buna yakın bir sürede yakalayarak gelişmiş ülkeler seviyesine çıkacaktır.

Siyaset reformuyla kurulacak denetim mekanizması, siyasetten başlayarak hayatımızın her alanına yayılacaktır. Öğretmeninden, aşçısına, müteahhidinden, mühendisine kadar herkes işini en iyi şekilde yapacak, gıda tağşiş yapan, malzemeden çalan, işini savsaklayanlar, kimyasal atıklarla dereleri rengarenk boyayanlar, fabrika bacalarından saldıkları zehirli dumanla havayı kirleten insanlar, denetim mekanizmasının çarklarından geçerek yaptıkları yanlışın bedelini ödeyeceklerdir.

Siyaset reformunun ülkeye kazandıracağı sistemle, sadece asgari ücretle geçinen bir insanın, emekli olduğunda mütevazı da olsa bir ev ve arabaya sahip olması, ortaöğretimi tamamlayan bir öğrencinin en az bir yabancı dili anadili gibi konuşabilmesi, öğrencilerin gelişmiş ülkelerde rahatlıkla yükseköğrenim görebilmesi, üniversitelerimizin dünyada başarılı olmuş ilk 100’e üniversitenin içerisine girmesi bize çok da uzak bir hayal değildir.

Siyaset reformunun gerçekleşmesi için öncelikle SPK’nın değişmesi yönünde halkta bir talep oluşması gerekmektedir. Halkın tüm kesimleri konunun önemini kavradığında ve SPK değişikliği ile ilgili taleplerini demokratik yollarla dile getirdiğinde, iktidarda hangi parti olursa olsun gerekli düzenlemeyi yapmak zorunda kalacaktır. Unutulmamalıdır ki kararlı kitlelerin önünde hiçbir güç duramaz.

 

 

 

  • Beğen
iLGiLi HABERLER
YORUM YAZIN